Mübarek!
Mübarek!
2005'te hacca gitmiştim. Eşimle ve bir arkadaşım ve O’nun eşiyle.
Dört kişilik bir kafile. Konya’da çok önemsenen “rafıklık” müessesesine biz de bir Konyalı olarak katıldık!
Orada ilginç tespitler yapmış ve kenara yazmıştım.
Türkler genellikle emeklilik sonrası hacca gider ve eşiyle ya da çok yakını üç beş kişiyle hareket ediyordu. Bosnalılar ise gençtiler. Sanki balayına gelmişlerdi. Çok hoşuma gitmişti. İranlılar eyalet eyalet belli oluyordu. Uzak Doğulular gibi kıyafetleri ve toplu hareket etmeleriyle güçlerini ortaya koyuyorlardı. Çin’den gelen Doğu Türkistanlılar tecrit edilmiş, kapılarında Suudi güvenlik görevlileri asla içeriye farklı ülkelerden kimseyi almıyorlardı. Çinli müslümanlara ait iki otel daha vardı onlar “hür ve müstakildiler”.
En çok sevdiğim şeylerden biri de kabeyi tavaftan sonra üst kata çıkıp izlemekti. Orada alemi islamı çok açık ve net görüyordum.
Bir de hac mevsiminde sanki özellikle Mekke’de Suudi Arabistan vatandaşları kalmıyorlardı. Hepsi dükkanlarını ortaklarına verip yok oluyorlardı. Bunlara “delil” diyorlardı. Bir nevi kefil.
Afganlılar ekmek yapımında, Özbekler ve Uygurlar ise dükkân işletmesinde önde geliyorlardı.
Mekke sokaklarını dolaşırken bir kitapçıdan Mekke ve Medine isminde iki kitap aldım. Turist bilgilendirme kitaplarıydı aslında. Hac turizmi için güzeldi. Cidde Üniversitesi yayını olması dolayısıyla ciddiye aldım. Adım adım Mekke sokaklarını bu rehber kitapla dolaştım. Hemen arka sokaklarda o şaşa ve debdebeden eser yoktu. O zaman bizim insanlarımızın da almaya başladığı ve Ecyad Kalesi üzerine kurulu Bin Ladin grubunca yapılan Zemzem Kuleleri bir taraftan yeni sahiplerine Kabe’ye tepeden bakma imtiyazı verirken, Hilton, Sheriton gibi yüksek katlı otellerle birlikte gerilerin uzakların acılı dünyasını gözümüzden kaçırıyordu.
Hakikaten çok faydalandım rehber kitaptan.
Medine’de ölümsüzler mezarlığını da o rehber kitaplarla gezdim. Ama burada yok edilen mezar taşları dolayısıyla işaretsiz ve kimliksiz kum deryasındaydık. Gerçi başlarına taşınabilecek şekilde taşlar vardı ama kimlikleri sözkonusu değildi. Elimdeki haritaya göre dolaşırken birden genç ince bir Arap’ın “la la” velvelesi ile geldiğini gördüm. Sadece bir yerde durmuş Hz. Osman’ın mezarı olarak işaretlenen yerde düşünceli bir şekilde duruyordum.
Dört Halifesinin üçü kendilerince öldürülen İslam ümmeti hakikaten düşünmeye değerdi. Gelen genç “şirk” diyordu. Diğer konuşmalarını anlamıyordum. O da beni anlamıyordu. Öyle olunca koşarak birini çağırdı. İri yarı bir Özbek geldi. Bana burada dua etmenin, namaz kılmanın şirk olduğunu ifade etti. “Ben duayı Allah’a ediyorum. Burada da ibret almak üzere bu kitaba göre Hz. Osman’ın mezarı olması dolayısıyla duruyorum” dedim. Hemen kitaba baktı. Öyle ya diğer korsan devletlerce propaganda amaçlı olabilirdi. Ama kitap Suudi Arabistan’da basılmıştı. Kitabın bilgilerini aldı. Sonra benim mezarlık dışına bir an önce çıkmamı istedi. Ben cevap vermeden bıyıksız sakallı bizden Özbek’e, bir başka bıyıklı sakalsız Türk söze girdi. Bana doğru döndü ve “kardeşim bu mubarek insana yardım et, bir an önce mezarlıktan çık” demez mi!
Mübarek insanla ilk karşılaşmam burada oldu.
Medine benim için vatan toprağıydı, Fahrettin Paşa’nın askere çekirge yedirip de çıkmadığı yerdi. Ama ben paşa değildim. Çekecek kılıcım da yoktu. Ayrıca bir iken iki olan mübarek kardeşlerimiz beni “dışarı” ediyordu. Çıktım.
İşte o çıkış, o çıkış. Hala çıkıyorum.
Konya’da hemşehrilerimizin “mubarek kardeşlerimize” hoşgörüsü ile Medine’de yemediğimiz çekirgelerin önce metruk binalarımızı sonra da hayatımızı istila etmesine, hızla şehir kimliğinin değişmesine şahit oldum. Buna tedbiren aziz hemşehrilerimin çocukluğumuzda top oynanan sokaklarımızdan uzaklaştığı, birbirini tanımaz hale gelip eski Yunan şehir sitelerinin benzeri yerleşim yerlerine taşınmalarını, bayram ziyaretine gelen akrabalarına dahi adına “güvenlik” dedikleri insanlarımızca kimlik sorgulamasına ne demeli.
Çocukluğumun Konya’sında kapının ipini çekersin, içeri girersin, ipi yoksa evde insan yok demektir. Yada eski tokmaklı kapının tokmağını kaldırır yine içeri girersin. Girdiğin ilk yer hayattır. Çiçeklerle dolu bu alan gelene “hoş geldin” der. Eski çamlar bardak oldu.
Ankara’da toplu taşım kullanıyordum. Bir durakta üç kadın bindi. Orta yaş üstü. İkisi boş koltuklara oturdu. Her haliyle “mübarek” üçüncüsüne ise genç bir delikanlı yer verdi. O da oturdu. İki durak sonra ise yer veren delikanlının yerine oturan kadının yanındaki yolcu kalktı. “Mübarek” teyzemiz fırsat bu fırsat, darlamış şöyle yan koltuğu da zabdetti. Delikanlı, dargın, kırgın ve dalgın gözlerle süzdü ama nafile. Neyse ki hemen yanıbaşımda oturan amcam delikanlıya bir hatırlatma yaptı. Delikanlı “mübarek darlanmış” baksana. Sevaba girdin.
Mübareklere saygıda kusur etmemeli, gereken özen gösterilmeli.
Öyle mi?
Bu diğer insanları mübareklikten dışlayan, Allah’ın adalet sıfatına sığmayan bu yaklaşım ne zaman son bulacak. Hayatımızı kolaylaştırmak adına veya illada söylediklerimizin doğru olduğunu ispat adına kullanışlı söz ve söylem arayanlara söylenecek muhacir ve ensar söylemcilerine bir sözüm var.
Hicret 622 yılındadır. Mekke’nin fethi 630 dur. Şam’ın fethi ile, Suriye’nin fethi ile ilgili bir gayret görüyor musunuz? Ben Anadolu’nun işgali ile ilgili bir gayret görüyorum.
Mübarek Peyganberimiz Hazreti Muhammet Mustafa’ya saygı duyun ve mübarek kelimesini kirletmeyin.
Sözümüz çok ama söylesem bir türlü, söylemesem yanıyorum.
Kalın sağlıcakla.