Nadiren kaleme aldığım duygulu köşe yazılarımdan birini daha yazma gereği duydum.
Kendi kendime konuştuğum zaman bu vatan için gençliğini verenlerdenim. Ama bu konuda en son konuşacaklardan da biriyim.
Çünkü deli saçması misali gözünü kırpmadan, istikbalini düşünmeden vatan için canını veren ve canını vermeye her zaman hazır olan nice kahraman arkadaşlarımın hikâyelerine yaşayarak şahit olanlardım…
Ölmeden yaklaşık bir sene önceydi. Efsane subayın terörle mücadelede ki kahramanlıklarını yakınlarından öğrenince kafama koymuştum, bu vatansever efsane Albay ile Seydişehir’e gelince muhakkak bir röportaj yapmayı.
Bu konuda yardım istedim eniştesi beni arayarak, Albay’ın Seydişehir’de olduğunu ama biraz hasta olduğunu ve fazla konuşmak istemediğini söylemesine rağmen dedim ya kafaya koymuştum; rahmetli Albayımı bir çorba salonunda yakaladım.
Ailesini yakından tanımama ve nice kahramanlıkları duymama rağmen kendisiyle ilk kez tanışıyordum.
Yanına oturdum, kendimi tanıttım. “Sende bir çorba iç” dedi. Beraber çorba içtikten sonra dakikalarca gözlerine baktım, belli ki fazla konuşmayı sevmiyordu.
Cesaretimi toparlayarak konuyu açtım: “Albayım ben sizinle bir röportaj yapmayı düşünüyorum. Siz ne dersiniz?” dedim.
Hastalığı halinden belliydi. Yorgunluktan düşen göz kapaklarını kaldırarak bana öyle anlamlı baktı ki hala o anı unutamıyorum:
“Biz ne yaptıysak vatan için yaptık. Görevimizi yerine getirdik. Yaptığımız kutsal bir iş. Onun için bu sırrın benimle gitmesini istiyorum. Kusura bakma” dedi.
Bu büyük kahraman o zamanlar Ergenekon Davası’ndan da yargılanıyordu. Her halde o yargılanmanın kaygısı da olacak ki “Aliciğim ben biraz hastayım. Çocuklarım da huzursuz. Ne olur beni anla.” dedi.
Dakikalarca bakıştık. Ağzından başka tek bir kelime düşmedi. Vedalaştık. Hastalığından dolayı bu heybetli yapısıyla yavaş yavaş giderken ben de arkasından bakakalmıştım.
Rahmetlinin bir sene sonra doğduğu köy olan Gökhüyük köyüne cenazesi geldi. Ailesi ve çocukları sanki sıradan biriymiş gibi davranarak bu kahramanlığı hiç öne çıkartmadan toprağın bağrına gömdüler.
Bu yazımı Yılmaz Özdil’in “Neler yapmadık bu vatan için, kimimiz öldük kimimiz nutuk söyledik” başlıklı yazısını okuduktan sonra duygulandım ve hiç aklımdan çıkmayan o görüşmemizi sizlerle paylaşmak için kaleme aldım.
Yılmaz Özdil makalesinde rahmetli İstihbarat Albay Abdullah Soyluoğlu’nun kahramanlığını bakın nasıl anlatmış:
“Neler yapmadık bu vatan için, kimimiz öldük kimimiz nutuk söyledik”
Dokuz kişiydiler.
Biri ekip lideriydi.
Biri askeri tabip.
İkisi pilot, biri uçak teknisyeni.
Diğer dördü silahlı-silahsız saldırı uzmanıydı.
Etimesgut askeri havaalanında buluştular.
Ekip lideri “arkadaşlar” dedi, “ailelerinize telefon edin, bir süre görüşemeyeceğinizi söyleyin, Tanrı yardımcımız olsun.”
*
Özel uçağa bindiler. Antalya'ya gittiler. Karpuzkaldıran askeri tesislerine yerleştiler. Uçağın kuyruğundaki Türk Bayrağı ve kimliğini gösteren işaretler kapatıldı.
Üç gün sonra, vakit tamam… Tekrar havalandılar. Ekip lideri pasaportları dağıttı. Fotoğraflar gerçek, geriye kalan tüm bilgiler sahteydi. İşadamı kimliğinde görünüyorlardı.
İyi de, hangi ülkeye gidiyorlar, neyin ticaretini yapıyorlar? Ekip lideri hariç, hiçbiri bilmiyordu. Sadece “Afrika'ya gittikleri” söylenmişti. Kendi aralarında şakalaşıyorlardı, “muz cumhuriyetinden geldiğimize göre, herhalde muz tüccarıyız” diyorlardı!
*
Altı saat uçtular, piste tekerlek koydular. Terminal binasında “welcome to Entebbe international airport” yazısını gördüler. Uganda'daydılar.
Tee 23 sene evvel Filistinli korsanlar tarafından kaçırılan ve İsrail komandoları tarafından basılan Air France uçağının enkazı hâlâ oradaydı.
*
Başkent Kampala'da The Windsor Lake Victoria Hotel'e yerleştiler. Beklediler. Dört gün sonra… Ekip lideri odaları tek tek aradı, lobide buluştular. O ana kadar gizlenen görevi açıkladı: “Kenya'ya gidiyoruz, bebek katilini alacağız!”
*
Entebbe'ye geldiler, tam pasaport kontrolüne girerken, bi telefon… Görev ertelendi. Otele geri döndüler.
Sabrın sınırlarını zorlayan bekleyiş başladı. Artık ne yapacaklarını biliyorlardı ama, bu sefer de saatler geçmek bilmiyordu. Ya görev iptal edilirse? Ya bu kadar yakınken elleri boş dönerlerse?
Üç gün, üç sene gibi geçti. Nihayet beklenen an geldi. Bindiler, Nairobi Jomo Kenyatta Havalimanı'na indiler.
Uçakta bekleyeceklerdi.
Paket, kendi ayağıyla gelecekti.
Pilot kuleye bilgi verdi: “İki saat sonra havalanacağız, rota Hollanda.”
*
Ekibin Hollandalı'ya benzeyen sarışın mavi gözlü elemanı merdiven başına çıktı. Pilot, sağ motoru çalıştırdı. Üç otomobillik konvoy, aprona hışımla daldı, uçağın yanında zınk diye durdu.
Hollanda'ya gidiyorum zanneden paket, indi.
Hollandalı (!) gülümseyerek başıyla selamladı.
Paket koşar adım merdivenleri tırmanırken, sol ve kuyruk motorları çalıştırıldı, kapı kapandı.
*
Kar maskeli ekip lideri, tok sesiyle Pkk liderine müjdeyi (!) verdi.
“Abdullah Öcalan memlekete hoşgeldin!”
*
Apo'ya eşlik eden Yunan gizli servisinin albayı Savvas Kalenderidis, apronda sap gibi ortada kalmıştı.
İzmir'de görev yaparken defalarca Suriye'ye Bekaa vadisine giden, Yunan gizli servisiyle Pkk'nın kontağını sağlayan, Apo'nun en güvendiği istihbaratçıydı.
Yunanistan'dan Kenya'ya uçarken, Kenya'da Yunanistan elçiliğinde saklanırken, yanında hep Kalenderidis vardı.
Apo'nun bindiği özel uçak havalanırken tufaya getirildiğini anlamıştı, “umarım Türkiye'ye götürülmüyordur” diye mırıldanabildi.
*
Dokuz kişilik ekibimizi taşıyan özel uçak, Bandırma'ya inecekti. Ancak, yoğun sis vardı. İstanbul Atatürk Havalimanı'na indi. Kapılar açılmadı. Kule'dekiler bile ne olduğunu bilmiyordu, “soru sormayın” talimatı verilmişti. Yakıt ikmali yapıldı. Sis dağılınca, uçak yeniden havalandı, Bandırma askeri üssüne indi, paket teslim edildi. Tekrar havalandı, başladıkları yere Etimesgut'a geldi.
*
MİT müsteşarı hangarda bekliyordu, ekibi tek tek kucakladı, duygusal bir konuşma yaptı.
Çankaya Köşkü'ne götürüldüler. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, kahramanlarımızı Pembe Köşk'te, Atatürk'ün makam odasında karşıladı.
“Sizlerle hatıra fotoğrafı çektiremiyorum. Çok gizli bir görevi başarıyla ifa ettiniz. Şartlar, bundan sonra da gizliliğin korunmasını gerektiriyor. Sizleri bir fotoğraf karesinde buluşturmanın sakıncalı olduğunu düşünüyorum” dedi.
Birer kol saati hediye etti.
Saatlerin arkasında “TC Cumhurbaşkanı, 18.2.1999” yazıyordu.
*
Bu zorunlu gizlilik, tırışkadan efsaneler, köfteden kahramanlar yarattı. Sadece dokuz kişiydiler ama, neredeyse dokuz bin kişi o uçakta bulunduğunu ima etti. Halbuki kanıt belliydi. O saatler kimdeyse, uçakta sadece onlar vardı.
*
Ve, o saatlerden birinin sahibi… “Abdullah Öcalan memlekete hoşgeldin” diyen ekip lideri, 2014 yılında rahmetli oldu.
*
Bordo bereli albay Abdullah Soyluoğlu'ydu.
TSK'dan MİT'e geçmişti.
Kıbrıs'tan güneydoğu'ya sayısız kozmik görevde bulunmuş, hiçbirini şahsi ikbali için kullanmamış, sıradışı hayatına rağmen sıradan kalmayı başarmış bir vatan evladıydı.
Mehmet Eymür döneminde Kuzey Irak'ta Türkmenleri örgütlerken, dört MİT mensubu şehit olmuş, Abdullah Soyluoğlu kılpayı kurtulmuştu.
İki tane mantar tabancası patlatanlar bile 22 tane kitap yazıp, otorite ayaklarıyla ekran ekran dolaşırken… Abdullah Soyluoğlu'nun adını rahmetli oluncaya kadar duyan olmadı.
*
Soyadı gibi karaktere sahipti.
Hastalandı. Öğretmen eşi ve iki kızı, tembihliydi. Asla kimseden iltimas istemeyeceklerdi. Herhangi bir emekli vatandaş gibi, devlet hastanesine gittiler. Vaziyet kötüydü, akciğerde, beyinde tümor… İlerlemişti, derhal ameliyat gerekiyordu, yoğun bakımda yer yoktu.
Madem subaysınız, Gata'ya gidin dediler. Haydarpaşa Gata'ya geldi. Maalesef ameliyat edilemeden vefat etti.
Çünkü, ailesine bile yük olmak istememişti, hastalığının nereye varacağını biliyordu, üzülmesinler diye son dakikaya kadar eşine, kızlarına bile söylememişti.
*
65 yaşındaki kahraman, karlı bir Kasım günü, baba ocağında, Konya Seydişehir'in Gökhüyük köyünde toprağa verildi.
Gayet mütevazı bir törendi, devleti temsilen sadece kaymakam ve garnizon komutanı yüzbaşı vardı, hepsi buydu.
Ondan geriye bir büyük onur mirası, bir de madalya gibi “TC Cumhurbaşkanı” imzalı kol saati kaldı.