2000 yılında dönemin kaymakamı Cemil Aksak tarafından başlatılan termal çalışmalarının yılan hikâyesine dönen 17 yıllık sürecini yazacaktım ancak bunca yıl beklediyse bir sonraki yazımı da o beklesin… Eskiyen Kuğulu’yu gündeme getirmek istedim…
Hani köyleri mahalle yaptık isimlerini sulandırdık ya, doğrusu Kuğulu’ya Kuğulu park denmesi de benzeri bir çağrışım yapıyor bende… İtici, soğuk… Adı üstünde Kuğulu… Kuğulu Parkta neymiş? Demem efendim… Ne o güzelim köylerimizin ardına ‘…….. Mahallesi’, ne de Kuğulu’ya ‘Kuğulu park…’
Göz körlüğübaşladı hepimizde… Kuğulu ecik-bücük farkında değiliz… Girişinden başlayalım… Kuğulu olduğunu söylemesek; bir yabancı, otopark kısmına girdiği anda Jandarma nizamiyesine giriş yaptığını zanneder… Kırmızı-beyaza boyalı bordür taşları, asvalt, göleti çevreleyen aynı renklere boyalı ucube koruma bariyerleri… Askeri eksik sadece… Yeşilin bütün tonları, Kuğuları, ağaçları, suyu, kazı, ördeği olmasa sosyalleştirilmiş, siville bütünleştirilmiş bir askeri alan gibi…
Kuğulu vadisi çalışmalarını heyecanla beklerken; mevcut alanın es geçilmeyeceği kanaatindeyim… Elbette bu projeye entegre proje üretilmiştir ancak hatırlatmak istedim yine de… Beton yığınları hâkim Kuğulu’ya…
10 yaşında ki bir çocuğun sahil kenarında kumdan yaptığı burçlar; şelaleyi çevreleyen güya burçlardan çok daha ihtişamlı… Bir dalga yıkacak biraz sonra ama içinde çocuk ruhuyla bezenmiş milyonlarca kumu barındırıyor hiç olmazsa… Yıkılışı bile eğlence çocuğa… Burçların üzerine siyah boya ile atılmış işaretler neyi anlatır bilmem… Hangi dilden… Hangi alfabenin harfleri bilen varsa söylesin…
Orta ta devasa bir beton yığını…Anfi desem değil… Tiyatro değil… antik zaten değil… Niçin kondu… Ne işe yarar… Neden hala orda durur bilmem…
Orman banklarının altına atılmış kare beton altlıkları kim yakıştırdı güzelim Kuğulu’ya? Üretim fazlası Sebeltaş ürünlerini değerlendirmeye mi çalıştılar bilmem ama… Zemini çitlekçilerin pisliğinden korumak ve kolay temizlemek uğruna geliştirilmiş bir fikir ama bu fikir; ayçiçeği kabuğuna çok gördüğü zemine basmış betonu… Kare kare beton kusmuğu Kuğulu…
Yollar vıcık vıcık asfalt… Taş köküne gıran mı girdi bilmem… Ne kolaycıyız… Bordürler ise nizamiye görüntüsün uzantıları… Kırmızı-beyaz-kırmızı-beyaz sürüp gidiyor kalafat dağının yamaçlarına kadar…
Göleti çevreleyen koruma ahşap bariyerler miadını doldurmuş eğiş-büğüş terk edilmiş bir kovboy evinin çiti gibi… Korkarım onu da en yakın zamanda dayanıklı olsun diye betondan yaparlar…
Ekonomi bayramlarında şampiyon yağlı güreşçilere ev sahipliği yapan Kuğulu nerdeee, beton kusmuklarına heba edilmiş Kuğulu nerde… Maksadım hiç kimseyi bu vesile ile suçlamak değil ancak kabul etmeliyiz ki! Kuğulu bilinçsiz yeniliklere maruz kalıp hercümerç edildi ve çok eskidi…
Kuğulu’yu böylesi bir tasvirle yazmak istemezdim… Papatya renginde cümlelerle hayatında birkaç kez geldiği Kuğulu’yu şöyle tasvir eden bir muallimin hissettiklerini dökmek isterdim köşemden ama dökemedim…
“Burada toprağın türküsünü dinliyor, tabiatın şiirini okuyorsunuz bir bahar vakti... Başınızı kaldırıp etraftaki dağlara baktığınızda bir âleme, dönüp yeşile ve suya baktığınızda başka bir âleme dalıyorsunuz... Gözünüzü ve gönlünüzü doyuran bir güce sahip; sıcacık, sevecen… Hiç sıkılmadan ve yorulmadan dolaşıyorsunuz… Hüznün her tonu var kuytularda birikmiş yapraklara da… Geçtiğim küçük köprüler; gelişleri, gidişleri ve bekleyişleri en güzel anlatan nesneydi… Suyun üstünde salınan ördekler ve kuğular gönlünü şenlendiriyor insanın... Göldeki suyla ruhum arınıp tazelendikten sonra basamak basamak yukarılara çıkıp ağaçların arasında ötüşen kuşların türküsünü dinlemek, bir Nisan yağmuru gibi tenimi okşayan rüzgârla neşelenmek, yeşilin her tonunu seyre dalmak, bu görüntüyle derdini demlemek, keyif yapmak, nefes almak… Oradan bir suret olarak ayrıldım anlamım orada kaldı dilimde bir türküyle;
Çıksam yücesine seyran eylesem
İnip aşkın deryasını boylasam
Gecelerde yar yar diye ağlasam
Bana şifa sunar mı toras dağları. Ozan İsmail
Hülasası;
Kuğulu hercümerç…
Bir bilen, bir gören ve hisseden bekliyor vesselam…