Zembereği boşalmış bir zamandayız…
Dünyanın adeta, Enlemi-boylamı, ekvatoru-meridyeni, kuzeyi-güneyi birbirlerine karışmış çekilişlerde kullanılan cam fanus, insanlıkta içindeki toplar gibi… Bir ora bir bura savrulup duruyoruz…
İşini kolaylaştırdık Hz. İsrafil’in…
Kendi ellerimizle yıktık ana kolonlarını dünyanın…
Atar damarlarını satar damar, toplar damarlarını ambar ettik bencilliklerimize…
Artık takati kalmadı bu yaşlı Acunun…
Nankör ve merhametsiz şimdiki insanlık, iflahı mümkün değil…
Ve kendi kıyametinin kalemini kendisi kırıp Hz. İsrafil’e sesleniyor sanki dünya; “gel artık, üfle bende kurtulayım, onlar da…”
Yazımın giriş bölümünde sarf ettiğim birkaç paragraflık karamsar tablo dünyanın haline tam manası ile elbette tercüman olamaz ama böyle bir gerçeğin varlığı da yadsınamaz…
Şehir dışında bulunan sevgili dostum Ali Saylam Ağabeyle makaleme konu olacak birkaç meseleyi istişare ederken; uzaktan tanıdık bir ses, Hakkı abiii, makalende hiçbir şehir meselesine, İstanbul seçimlerine değinme… İçinde çiçek olsun, sevgi olsun saygı olsun… Sen Aşkı yaz abi aşkı… Yakışır sana aşkı yazmak…” diyen dost bir ses…
Ahh! Ahhh sevgili dostum, güzel insan Murat Canlı Hocam; hangi aşkı yazayım?
Hep başka kalplerin keyfine köşk ettiğim incecik bir kalbin sahibi olmanın inanılmaz yorgunluğu var üzerimde hocam…
Sineği öldüreceğiz derken katlettiğimiz çiçeği, Süney’i öldüreceğiz derken çoraklaştırdığımız toprağımı yazayım?
Allah aşkını yazayım desem beni Şems’e,
Sevgiliye aşkı yazsam Ferhat’a, Kerem’e, mecnuna mahcup olacak cümleler çıkar dilimden…
Şükür, hep şükür elbette amma hocam; “seviyor, sevmiyor” diyerek bütün yapraklarını yolmadık mı tefekkürlük papatyaların?
Yıllarca saklayıp gün yüzüne çıkardığınız o müstesna sevda sözcüklerini ithaf ettiğiniz, edeceğiniz hangi özne ağırlığınca taşıdı bu şakulü kayık dünyada…
İki başparmak, iki işaret parmağının birleşip, eğilip büğülmesinden ibaret, el yapımı değil mi artık aşklar…
Güneşi, ayı, aşkı, sevdayı, Lafzı, Kabe’yi, dini, imanı sığdırıp artistik pozlarla ölümsüzleştirdiğimiz dört parmaklık el yapımından ibaret değil mi şimdiki zaman aşkları…
İncecik kalplerin cehennemi değil mi bu dünya Murat hocam…?
Yüzünde ki hüznü okuyan, ‘oğlum aptalsın’, kalbinde aşkı okuyan ‘para yoksa kalpte yok aşkta’ deyivermiyor mu?
Hangi samimi kalp, hangi aşk, hangi iyilik mahzun değil şimdilerde… Sireti suretinde değil miydi sevda yüklü insanların eskiden…
Yöresel dille ‘Yalanı essah gibi konuşan’ insanların Allah aşkını yazsam, sevgiliye olan aşkını döktürsem ne fayda hocam…
Çapıttan değil mi şimdiki yürekler, şıpsevdi değil mi gönüller…
Vefasızlığa gebe değil mi sevdaların kahir ekseriyeti hocam…
Yazsam kahreden gamı; derdi tasası yine benim, yine senin gibi insanlara düşmez mi Murat hocam…
Hülasası;
Müslüm Gürses “sevda yüklü kervanlar” senin kapından” geçer diyerek sevdayı kervanlara sığdıramazken, biz dört parmaklık geometrik şekillere bütün aşkları sığdırıveriyoruz…
Metin Aşık ise son noktayı koymuş şimdiki aşklara, sevdalara ‘ Lay lay lom galiba sana göre sevmeler./ Hopa şinanay galiba sana göre sevilmeler demiş ve son noktayı koymuş hocam…
Allah aşkını ise sorma hocam; ne ben yazayım, ne de sen oku…
Son günlerde en çok duyduğum ‘vallahi billahi dinden soğudum, soğuttular’ diyenlerin sayılarının arttığıdır… Soğuyana mı yanarsın soğutana mı abi?