Ülkemizde 1980’lerin sonlarına kadar “ Osmanlı” olarak tabir edeceğimiz âlimler vardı. Bu âlimlerin kimisi bu kimliğin farkında olup değerini bilmişken, kimileri de bu kimliği inkâr etme yoluna gitmişlerdir. “ Osmanlı” kimliği bugün üzerinde onlarca devletin ilmi mirasını devralmış geniş bir kimliktir. Düşünün ki, Üsküplü, Halepli ve Dağıstanlı üç farklı kişi aynı devletin halkı olarak aynı ümmet çatısı altında ortak bir kültür dünyasında konuşabilsinler. “Osmanlı” kimliği bir âlimin iyi derecede Türkçe ve Arapça bilmesini zorunlu kılarken bir yandan da Fransızca gibi Batı dillerine hâkim olmasını da sağlamıştır. Bir diğer noktada âlimlerin farklı ilim dallarını bir arada kullanabilmesidir. Fakat şu anda Osmanlı âlimi olarak tabir edebilecek alim kalmadı diyebiliriz. Hatta bu âlimleri yetiştirdikleri talebeler dahi azalmaktadır. Yazımızın konusunu teşkil eden Ali Yakup Cenkçiler bu tarz bir âlimdir.
Cenkçiler, Kosova doğumludur. Devlet-i Aliye’nin Avrupa tarafındaki vilayetlerinden birinde dünyaya gelmiştir. Hayatının 1936 yılına kadar olan kısmı memleketinde geçmiştir. Tahsil yıllarının bir bölümü Üsküp şehrinde geçti. 1936’da Kahire Ezher Üniversitesine gitti. O yıllar Mısır’da Türkiye kökenli âlimlerin ve talebelerin bulunduğu yıllardı. Kahire Ezher Üniversite’sinde memurluk ve Türkiye Büyükelçiliği’nde tercümanlık görevlerinde bulundu. 1960 yılında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçerek ülkemize yerleşti. Burada bir fabrikanın muhasebe bölümünde çalışmaya başladı. İlim taliplilerine özel olarak dersler vermeye devam etti. Ali Yakup Cenkçiler 1988 yılında İstanbul’da vefat etti. Yazının kalan kısmında hocanın Kur’an ‘a hizmetini Müjdat Uluçam hocanın Facebook profilinden aldığım bir anekdot ile tamamlayacağım.
“Emin Saraç Hoca anlatıyor; "Tuba Kız Kur'ân Kursu açıldığı zaman oranın kurucusu olan şahıs bana geldi. "Arapça okutacak bir hoca istiyoruz" dedi. Ben de ona, "Onlara ders okutacak kimse babaları çağında birisi olsun. Benim gibi genç olmasın" dedim. Aldım Ali Yakup Abi'yi götürdüm, durumu anlattım. "Ali Yakup Abi bu işi sen yap" dedim. Ali Yakup (Cenkçiler) Hoca, çok samimi bir Osmanlı'ydı. "Tek kuruş almadan", evinden yürüyerek gidip gelmek suretiyle tam 17 sene buraya devam etti. Para almamasının gerekçesi olarak da şunu söyledi;
"Ben, bizim sebeb-i saadetimiz olan Osmanlı'ya karşı "şükür borcunu" ödüyorum. Çünkü onlar gelmeselerdi, ben bugün bir "Katolik" olarak kalacak ve gâvur olarak ahirete gidecektim. Osmanlı geldi, İslâm meşalesini yaktı. Biz de onun nuruyla nurlandık. Onların çocuklarına, torunlarına öğretmek bir vecibe-i şükrâniyemdir"
Vefa’nın sadece İstanbul’da bir semt adı olmadığını anlatan bu örnek olaydan sonra yazıyı şu Kur’an’ da geçen şu dua ile tamamlamak istiyorum.
“ Ey bizim Rabbimiz, hem bizim ikimizi yalnız senin için boyun eğen Müslümanlar kıl, hem de soyumuzdan yalnız senin için boyun eğen Müslüman bir ümmet meydana getir ve bize ibadetimizin yollarını göster, Tevbemize rahmetle bakıver. Hiç şüphesiz Tevvâb sensin, Rahîm sensin. “ ( Bakara Suresi 128. Ayet)
Mustafa AK
Tarih Öğretmeni